- 1428 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇANAKKALE-BENİM ADIM HÜZÜN
ÇANAKKALE
BENİM ADIM HÜZÜN
İtilaf devletleri var gücüyle boğazı zorlarken Türk tarafı sadece mevzilerini savunmakla kalmıyor, karşı taarruzlarda bulunuyordu. İlk Türk taarruzu, 27 Nisan 1915 sabahı Anafartalar kısmına çıkan İngilizlere karşı Arıburnu kesiminde gerçekleştirildi. İngiliz savaş gemilerinin yoğun topçu ateşi karşısında taarruz yavaş ilerliyordu. Türk birlikleri İngilizleri mevkilerinden söküp atma gücünü kaybediyordu. Türk birlikleri, bu kez 1 Mayıs 1915 Merkeztepe, Sivritepe, Kanlısırt hattındaki İngiliz kuvvetlerine saldırdı, ancak İngiliz donanmasının etkin desteğiyle Anzak kolordusu yok olmaktan kurtulmayı başarmıştı. Bu tarihten itibaren kara harekâtı, 1915’in Ağustos ayına kadar dört ay boyunca, Conkbayırı-Kocaçimentepe-Kabatepe bölgelerinde tarafların karşılıklı saldırı ve özellikle gece yapılan süngü hücumlarıyla çatışmalar devam etti. Bu çarpışmalar sırasında Türkler de, Anzaklar da ağır kayıplar verdiler. Çarpışmalar devam ederken, tıpkı Seddülbahir’de olduğu gibi Anzak ordusu taarruz hedeflerine ulaşamamış, çıktıkları yerlerde 3–4 km.lik bir alanda çakılı kalmışlardı.
Temmuz ayının ortalarıydı. Bir tepede atının üstünde dürbünü ile düşman mevzilerini gözetlerken, düşmanın attığı bomba ile yaralanıp atı ile birlikte tepeden aşağı yuvarlanmaya başladı Komutan Abdullah. Bir süre sonra derin bir çukurun içinde buldu kendini. Gökyüzü umulmadık bir değişme başladı. Gittikçe yoğunlaşan bir sis, etrafı göz gözü görmez hale getirmişti. Top, tüfek, sesleri birer birer azaldı ve cephe sustu. Tabiat sanki onu gizlemiş, Allah onu korumuştu. Gözlerini açtığında çoktan gece olmuş, hava kararmıştı. Atının cansız bedenini ay ışığında zar-zor fark edebiliyordu. Yaşadığı için Allah’ına şükretti.
Karanlık üzerine kâbus gibi çökmüştü ve saatler sessizce ilerliyordu. Çukurun az ilerisinde bir inleme sesi duydu. İnleme sesinden anladı ki yakınlarında yaralı bir asker daha vardı. İngilizce seslendiğine göre bu bir düşman askeriydi. Yaralı bacağına aldırmadan dizini tutarak çukurdan kafasını kaldırdı ve etrafına göz gezdirdi. Ortada çıt yoktu ve etrafında yaralı askerden başka hareket eden kimseler görünmüyordu. Bir süre sessiz kalmayı yeğledi. Yaralı düşman askerinin inlemeleri gitgide artıyordu ve İngilizce konuşarak etrafından yardım istiyordu. Sol bacağından yaralanmıştı Abdullah. Daha fazla dayanamadı ve sürüne sürüne yerde yatan yaralı düşman askerin yanına vardı. Yerde yatan asker, yanına yaklaşan kişinin bir Türk Komutanı olduğundan habersizdi. Abdullah, belinde çıkardığı matarasından önce ona su verdi ve eliyle yaralarını kontrol etti. Abdullah bir Türk doktoruydu ve Ecnebi devletlerde mesleki tecrübe için yıllarca çalışmalarda bulunmuştu. Onun konuştuğu dili az-çok anlayabiliyordu. İngilizce olarak mırıldandı:
"Sık dişini, iyi olacaksın. Önce yaralarını sıkıca sarmam lazım," dedi. İlk yardım çantası atının eğerinde kalmıştı. Kendi bacağındaki yarasına aldırmadan, acil olarak onun yarasını kapatması gerekiyordu. Yerden avuçladığı toprağa biraz su döküp çamur yaptı ve kendi yarasına bastırdı. Sırtındaki askeri üniformayı çıkarıp içindeki atleti parçalara böldü ve düşman askerinin yaralarını sıkıca sarmaya başladı. Yaradan sızan kanı kısa süreliğine de olsa dindirmeyi başarmıştı. Kafasını kaldırıp az ilerde, yerde cansız yatan atının eğerine baktı. Bir an evvel ilaç çantasını almalıydı. Sürünerek atının yanına vardı. Çantayı alıp askerin yanına geldiğinde saatler gece yarısını çoktan geçmişti. Önce yabancı askerin yaralarına dikiş atıp ilaçlı sargı beziyle sıkıca sardı, sonra kendi bacağındaki yarayı iğne iplikle dikip pansuman yaptı. Gün aydınlanmaya başlamıştı. Kendine gelen yabancı asker gözlerini açtığında üniformalı bir Türk Komutanın karşısında durduğunu görünce panikledi. Korkuyla ellerini havaya kaldırıp:
"Beni öldürme Türk!.." diye İngilizce bağırdı. Abdullah tebessümle baktı:
"Seni öldürmek için iyileştirmedim. Kendine gel İngiliz!.." dedi. Sesi titredi askerin:
"Ben İngiliz değil, Anzak askeriyim," diye cevap verdi. Bir süre sessiz kaldı ve ona acıyarak dikti gözlerini Abdullah:
"Senin ne işin var bizim topraklarımızda? Senin hiç mi Allah’ın yok Anzak? Sömürgeci İngilizler sizi kullanıyor, farkında değil misin?" diye yüksek sesle bağırdı ve arkasını döndü. Utanmıştı yaralı asker. Kısa süren bir suskunluğun ardından:
"İngilizler bizi toplayıp, "Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir." dediler. Biz de inandık onların sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevk etmeye başladı. Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da Çanakkale’ye getirdiler.
Savaşın şiddetini ilk burada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Türklere bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş.
Bu sabah günün ilk ışıkları ile birlikte Türklerle süngü savaşına başlamıştık. Savaşta Türkler çok ama çok mahirdi. Kendileriyle başa çıkılmak imkânsızdı. Süngü çarpışmamız fasılalı şekilde akşam geç vakte kadar devam etti. Bizim askerler harp sahasına çıktıkları zaman bende aralarına katılmıştım. Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar.. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz... Derken böyle bir taarruzda yediğim süngü darbeleriyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi bu çukurda, bacağımdan ve omzumdan yaralanmış buldum. Senin bir Türk Komutanı olduğunu anladığımda nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyordun, yaralarımı sardın. İyice kendime gelince bu defa matarandaki suyun son damlasını ikram ettin bana. Önce verdiğin su zehirlidir diye düşündüm fakat istesen o an öldürebilirdin beni. İyi biliyorum ki sizin yiyecekleriniz çok az. Şok oldum doğrusu... Dedim ki kendi kendime:
"Bu Komutan istese şu anda beni öldürür, ama öldürmüyor... Bu duygularla, "yazıklar olsun bana," dedim. "Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim?” diye kendi kendime kahrettim. “Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış..." diyerek savaştığıma pişman oldum. Ama son pişmanlık fayda etmiyor ki... "Bu iyiliğe karşı ne yapsam?" diye düşünür dururum komutan..." diye anlatırken gözleri dolu dolu oldu ve devam etti Andrews:
"Ne garip değil mi? Avustralya’dan Türkiye’ye gelirken bir Türk tarafından iyileştirileceğimi hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarmışsınız. Bizi hep kandırmışlar, şimdi buna bütün kalbimle inanıyorum." dedi. Kaşlarını çatındı Abdullah:
"Sana bizi yanlış tanıtmışlar asker. Bizler Müslüman toplumuz. Savaşta bile olsak bizim dinimizde çaresiz kadına, çocuğa ve yaşlılara kurşun sıkılmaz. Hele yaralı, çaresiz kalmış bir askere asla vurulmaz! Bu savaş, sömürgeci devletlerin Türkleri yok etme ve tarih sahnesinden silme girişimidir. Tek gayeleri, başkent İstanbul’u almak ve Türkleri Anadolu’dan söküp atmak… İtilaf devletleri, hedeflerine ulaşmak için aylar öncesinden askeri planlarını yapmış, zamanın en güçlü kara ve deniz gücünü oluşturmuş. Bu sebeple, Türklere en küçük bir şans bile tanımıyorlar. Önceleri Osmanlı Devleti için, “hasta adam” nitelendirmesinde bulunan emperyalist Batılı devletler, Balkan mağlubiyetimizden edindikleri yanlış intibadan dolayı, tamamen bitip tükendiğimizi zannediyorlarsa yanılıyorlar. Bizim Milletimiz kararlı, fedakâr ve kahraman bir millettir. Kimseye boyun eğmeyiz." dedi. Doktorun konuşmalarından oldukça etkilenen Anzak askeri gülümsedi ve elini uzattı:
"Benim adım Andrews..." derken sesi titriyordu. Onun uzattığı eli bilek güreşi yaparmışçasına sıkıca kavradı Abdullah:
"Allah seni çok seviyor ki hayattasın Andrews!.." diye söylendi. Kahkaha atıp, şaşkın bakışlarla gülmeye başladı Andrews:
“Allah beni seviyor mu? Benim babam öldü, annem koca bulup evi terk etti, kız arkadaşımı ve köpeğimi kaybettim!.. "Neden kendimi yoruyorum ve neden hala yaşıyorum?" diye kendimi çok yargıladım. Bu sorular önce beni dini bir arayışa yöneltti… Doğal olarak, bir Avustralyalı olarak ilk olarak Hıristiyanlığı araştırdım. Bir kilisede kampa girdim. Hayatımda gittiğim en komik kamplardan biriydi. Herkes şarkı söylüyordu. Çok güzel sesleri vardı fakat onlar kilise korosunda şarkı söylerken ben içten içe alay ederek gülüyordum. Ne garip, derdimi anlattığım ihtiyar Rahip Thomas da bana tıpkı senin gibi:
"Tanrı seni çok seviyor ki hayattasın Andrews!.." diye söylemişti. Şimdi, "acaba Tanrı beni gerçekten seviyor mu?” diye düşünmeye başladım!..” Abdullah onun bu durumuna üzülmüştü. Yanından hiç eksik etmediği küçük Kur’an-ı iç cebinden çıkarıp, Arapça ayetlerden birini İngilizce çeviri ile okumaya başladı:
“Yüzlerinizi bazan doğu, bazan batı tarafına çevirmeniz erginlik değildir. Fakat eren o kimselerdir ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve bütün peygamberlere iman edip, yakınlığı olanlara, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirleri kurtarmaya seve seve mal verirler. Namazı kılarlar, zekâtı verirler. Bir de andlaştıkları zaman sözlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık durumlarında ve harbin şiddetli zamanında sabır ve kararlılık gösterenler var ya, işte doğru olanlar da bunlardır, korunanlar da bunlardır…” Okuması bittiğinde İngilizce onun anlayacağı dilden:
"Allah sana sabırlar versin kardeşim. Benim adım Abdullah," diye fısıldadı. Şaşkındı Anzak asker:
"Bana, "kardeşim" dedin. Oysa ben senin düşmanınım ve seni öldürmek için hamle yaptım Abdullah..." Anzak asker bir yandan Türk Komutanı Abdullah’ın uzattığı matarasından su içiyor, bir yandan da yaralı bacağını eliyle tutuyordu:
"Hıristiyanlığı tüm yönleri ile araştırmaya devam ettim… Ama sonunda şunu fark ettim, İncil’i eline alıp ta hiç kimse bana, “cevap burada kardeşim” demiyordu. Onun yerine bana, kendi görüşlerinden cevap veriyorlardı. Üniversite yıllarımda part time olarak çalıştığım işyerinde Hindu dinine mensup bir arkadaşım vardı. O dini araştırmaya başladım ve ona şu soruyu sordum:
"Fil başlı adamın hikâyesi nedir? Neden fil kafası var?" Bana, "Ganeşa" olduğunu ve Hinduizm dininin koruyucusu ve bekçisi olarak kabul edildiğini söyledi. Bu arkadaşımı anlamakta çok zorluk çektim. Benim aradığım kanıtlı bir şeydi, kanıtsız bir şeyi kabul etmek istemiyordum. Museviliği araştırdım gene aradığımı bulamadım. En son Budizm’e baktım ve bu dini seçeceğimi zannettim. “Bu en iyisi,” demiştim. Burada barışçıl insanlar vardı ve çok aktif insanlara benziyorlardı, bana yakın bir din gibi geldi… Çok yakın Hıristiyan bir arkadaşım bana hangi dinleri incelediğimi sordu. Bende saymaya başladım… Hıristiyanlık, Musevilik, Hinduizm ve Budizm…"
“Peki, İslam dinini inceledin mi?” diye sordu Abdullah. Kafasını iki yana sallayıp kaşlarını çatındı Andrews:
"İslam? Hayır, hayır!.. Bu dine inananları terörist kabul ediyordum… Taaa ki seni tanıyana dek, “bu dinin nesini araştıracağım, ben bunları araştırmam!.." diyordum…” Abdullah elini Anzak askerin omzuna koydu ve gözlerinin içine şefkatle baktı:
"Ben de Selanikli bir Rum anne ile sözde Müslüman Türk bir babanın oğlu olarak doğdum. Müslüman olmanın gereklerini bilmiyor, yerine getiremiyordum. Anlayacağın Tatlı Su Müslüman’ıydım. On yedi yaşında İstanbul’a göç ettiğimizde kendimi bir gün bir camiye giderken buldum. Ayakkabılar ayağımdayken camiden içeri girmeye kalktım. Camiye girenlerden birisi beni uyardı. Ayakkabılarımı çıkarıp içeri girdiğimde içerisi oldukça kalabalıktı. En arka sırada namaz kılan yaşlı bir amcanın yanına diz çöküp oturdum. Adam secdeye varırken neredeyse kendinden geçmiş gibiydi. Kocaman entarisi (abaya) ve kocaman sakalı ile bana doğru baktı ve ilk söylediği şey:
“İyi günler oğlum. Allah’ın evine hoş geldin," dedi. Süphanallah! Ne yaptığım hakkında hiçbir fikrim yoktu ve karşılama şekli beni çok etkilemişti." Andrews derinden bir of çekti:
"Küçükken babam beni her Pazar kiliseye sürüklerdi. Her dakikasından nefret ederdim. Annemse bir ateisttir. Babam öldükten sonra annemin bana empoze ettiği, "öldükten sonra mikroorganizma yemeği olacağız," sözleri ile büyüdüm. Annem için Tanrı yok, cennet ve cehennem diye bir şey yoktu. Anlayacağın onun için her şey değersizdi. İşte böyle Hıristiyan bir baba, ateist bir anne tarafından yetiştirildim…" Gülümsedi Abdullah, Andrews’in sırtını sıvazlayıp gözlerinin içine baktı:
"İslam dini hakkında bilmediklerimi okuldaki din hocasına sorardım.
Her defasında bir soru sorduğumda normal cevaptan ziyade Kur’an-ı açıp cevap veriyordu. Bir gün sıkıldım ve hocaya:
“Hocam sizin bu konular hakkındaki fikriniz nedir? Neden kendi fikrinizi söylemiyorsunuz?” diye sordum. Hoca sakalını sıvazladı ve gözlerimin içine tebessümle bakıp:
“Allah’ın indirdiği ve söylediği kelimeler varken fikrim ne olabilir ki evlat?” dedi. Bu cevap beni çok etkilemişti. Sonra ona:
"Bu küçük Kur’an-ı bana verir misiniz?" dedim. Hoca, işte bu elimde gördüğün küçük Kur’an-ı bana hediye etti. O günden beri yanımdan hiç ayırmıyorum. Kur’an-ı okumaya başladım ve yaşamanın gayesinin yaratandan ötürü olduğunu daha iyi anladım. Kendimi hikâye okuyormuş gibi hissetmedim hiç. Sanki biri bana emir veriyormuş gibi, biri yapmam gerekenleri söylüyormuş gibi hissettim hep. İslam dinini altı ay kadar araştırdım fakat yine de içimde tanımlanamayan bir huzursuzluk hissediyordum.
Güzel bir yaz gecesiydi. Ruhani bir ortam hazırlamaya karar verdim. Bir mum yaktım, pencereleri açtım. Oturup kendi halimde düşünüyordum… Bugün son olmalıydı… Bu akşam o akşam olmalıydı…
“Kur’an-ı okurken kafamdaki soruların tüm kanıtlarını görüyordum fakat içimdeki huzursuzluğu gidermek için ufak bir kıvılcıma ihtiyacım vardı. Gökyüzüne el açıp dedim ki:
“Ey Allah’ım... İşte benim beklediğim vakit bu vakit... Şimdi gerçek anlamda İslam’a katılmaya hazır olduğum vakit. Tek istediğim şey, senden gelecek bir işaret… Mesela, bir yıldırım düşmesi olabilir. Ya da oturduğum evin çatısının yere düşmesi olabilir… Bunlar senin için küçük şeyler… Sen Dünya’yı yarattın, öyleyse hadi göster mucizeni!..” “Sübhanallah!.. Hiçbir şey ama hiçbir şey olmadı ve kendi kendime:
“Son şansım İslam’dı ve ben onu bulamadım!..” dedim ve Kur’an-ı masamın üzerine bıraktım. Kaderime küserek düşünmeye başladım. Birden pencereden giren bir rüzgâr Kur’an-ın sayfalarını açtı. Açılan sayfanın ilk ayetini okudum:
“İçinizde işaret arayanlar için size zaten yeteri kadar göndermedik mi? Etrafınıza bakın… Yıldızlara bakın… Suya bakın… Bunlar ilim insanları için işaretler...” Subhanallah! Kafama battaniyeyi örttüm ve uyuyor numarası yaptım. Korkmuştum… Bütün işaretler baştan beri etrafımdayken kendi aradığım işaretlere karşı ne kadar kibirli olduğuma inanamadım. Bu dünyaya sahip olmamız, binlerce çeşit canlının var olması. Bunlar bizim için işaretlerdi. Artık kesin kararımı verdim:
"Bu kadar… Bundan böyle gerçek bir Müslüman gibi yaşayacağım," dedim. Ramazan ayıydı. Müslümanlar bir ay boyunca oruç tutarlar. Akşam namazında Sultanahmet Cami’de namaz kılmaya karar verdim. Camiden içeri girdim, inanamadım!.. Cami’de binlerce insan vardı. "Şu dine bak… Ne kadar güçlüler…” diye iç geçirdim. İtiraf etmeliyim, çok heyecanlıydım. Namazdan sonra hocanın yanına yaklaşıp:
"Nasıl gerçek bir Müslüman olurum?" diye sordum. Arapça olarak Kelime-i şahadet getirmemi söyledi Hoca Efendi. "Türkçe söyleyebilir miyim?" dedim. "Önce Arapça söylemen lazım!" dedi. Kelimeleri söylemeye başlar başlamaz bütün korkum gitti... Sanki beynimde biri soğuk su musluğunu açtı, kendimi tertemiz hissettim, kelimeleri tekrar ettim. “Tekbir, Alahu ekber..." deyip sonra beni öpüp koklamaya başlamalarını beklemiyordum. Hayatımda hiç o kadar kişi tarafından öpülmemiştim… İtiraf etmeliyim çok güzel bir gündü. O gün, hiç sahip olamayacağım kadar kardeşim oldu… O günden sonra hiç geçmişe bakmadım. Ailem bile bu dinin beni çok iyi bir insan haline getirdiğinin farkına vardı. O günden beri kendimi çok huzurlu hissediyordum. Annem kısa bir süre sonra benden Kur’an istedi. Bana dedi ki:
"Sen Müslüman olduğundan beri çok daha iyi, güvenilir biri oldun… Artık sana tam anlamıyla güveniyorum oğlum, ben de Müslüman olmaya karar verdim," dedi. Annemin namaz kılıp, oruç tutmasından etkilenen bizim peder de içkiyi bırakıp, gerçek bir Müslüman gibi yaşamaya başladı. Anlayacağın bir taşla iki kuş vurmuş oldum!.."dedi. Nemli gözlerle konuşulanları can kulağı ile dinledi Andrews:
"Peki, doktor beni de Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu?"
Şaşırdı Abdullah, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti anlayamadı:
"Tabi..." dedi. "Müslüman olmak çok kolay..." Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını anlattı, kabul etti Andrews:
"Bismillahirrahmanirrahim... Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhu ve resûluhu..." Hem kelime-i şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu Andrews. Kısa süren bir suskunluğun ardından Abdullah:
"Ben tanıklık ederim ki, (Yani görmüş gibi bilirim ve bildiririm ki) Allah’tan başka tanrı yoktur. Ve yine tanıklık ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir..." diye anlamından söz etti. Heyecanlandı Andrews:
"Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, ah bir tespih olsa da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah’ımı ansam ne güzel olurdu." Ceketinin cebinden kehribar tespihi çıkarıp uzattı Abdullah:
"Al bu benden sana hediye," dedi. Çocuklar gibi sevindi Andrews. Eline aldığı tespihe bir takla attırıp, samimi bir şekilde rica etti:
“Beni burada yalnız bırakma olur mu?" derken sesi titriyordu.
"Ne gibi?" diye sordu Abdullah:
"Buradan kurtulursak, ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat!.. Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor." Yaralı askerin başını okşadı Abdullah. Mataralarında su kalmamış, karınları iyice acıkmış, gözleri kararmaya başlamıştı. Etrafta ölen askerlerin üzerlerine konmuş yüzlerce sinek istilası vardı. Cesetlerin kokusu etrafa yayılmıştı. Dudakları susuzluktan kurumuş, çatlamıştı. Andrews mızmızlandı:
"Karnım çok aç. Savaşmaktan değil, burada açlıktan öleceğiz Komutan," dedi. Abdullah kafasını salladı ve yaralı ayağını tuttu:
"Yürümeye mecalim yok," dedi ve etrafına bakındı. Gözlerini yüzlerce ölmüş askerlerin üzerinden ayıramıyordu. Bazılarının bedeninden kopmuş el, ayak parçalarına baktıkça tüyleri diken diken olup, hırsından zangır zangır titremeğe başladı. Etrafta ölmüş insan cesedi ve kurumuş ottan başka bir şey görünmüyordu.
Çanakkale savaşında her iki tarafın askerleri birbirleriyle savaşmanın yanında bit, pire, sinek ve haşeratla da savaşmak zorunda kalmışlardı. Sıcak yaz günlerinin siper savaşları yönünden birçok zorlukları olduğunu ifade etmek gerekir. Askerlerin, cehennemi sıcakların altında, gölge bile bulamadığı siperlerin içinde geçirmek zorunda oldukları gündüzleri, canından bezdirir duruma getiriyordu. Su ve beslenme sorunu da bunlara eklenirse zorluk daha da artıyordu. Ayrıca Türk askerlerinin çok büyük bir bölümü, yaza rastlayan Ramazan ayında oruç da tutuyorlardı. Belki bütün bu zorluklara katlanmak, sineye çekmek mümkün olabilirdi, ama ah bu haşereler olmasa…
Kokmuş insan ve hayvan ölüleri, açıklığa atılmak zorunda kalınan yiyecek artıkları, çöpler, siperlerin hemen kenarına yapılmak zorunda kalınan tuvaletler, açıktaki mutfaklar karasinek ve sivrisinek ordularının beslenmesi ve çoğalması için en ideal ortamı meydana getiriyordu. Milyarlarca sinekten oluşan bu ordular, sıcakların, susuzluk ve yiyecek sorunlarının önüne geçmişti. Sinekleri kovalayıp bir yudum su içmek, bir lokma yemek, bir nebze uyumak neredeyse imkânsız hale gelmişti. Bir müddet sonra bu pis ortamı pire ve bitlerin çoğalarak askerleri adeta kemirmeye başlaması takip etti.
Sineğin, bitin, pirenin ve de diğer haşeratın bolca bulunduğu yerlerde ise dizanteri benzeri bulaşıcı hastalıkların yayılması ve adeta her iki tarafın askerlerini esir alması kaçınılmaz hale geliyordu. Aşının ve ilacın bolca bulunduğu düşman askerleri, bir dereceye kadar bu hastalıktan korunabiliyor olmalarına karşılık Türk askerlerinden büyük bir bölümü hastalığın pençesinde kıvranıyordu. Kısa süre içinde 80-100 bin askerimiz dizanteri hastalığına yakalanmış, en az 25 bin askerimiz bu yüzden zayi olmuştu. Bunun yanında diğer, yılan çıyan, akrep ve karınca gibi zararlı hayvanlar da hastalıklara ve ölümlere sebep oluyordu.
Her iki tarafın askerleri bilhassa bitlere karşı büyük bir mücadele veriyorlardı. Bunları öldürerek, elbise ve çamaşırı temizleyerek veya ilaç atarak yok etmenin imkânsız olduğunu gören askerler, bu dayanıklı hayvancıklara karşı enteresan bir mücadele metodu geliştirmişlerdi: Karıncalar…
Yaptıkları deneyler sonunda, karıncaların bitleri öldürüp yediğini, bitlerin ise karıncayı görünce kaçıştıklarını keşfeden askerler, bit dolu çamaşırlarını karınca yuvaları üzerine bırakıyorlardı. 10-15 dakikada temizlenmiş olduklarını görüyorlardı.
Ancak bu sefer de karıncaları temizlemek bir dert oluyordu. Askerlerin sırtları ve apış araları karınca ısırıkları ile doluyor, telaşlı kaşınmalar ve çırpınmalar gülüşmelere sebep oluyordu.
Siperdeki iki yaralı askerin durumları öylesine bir sefalet içindeydi ki, hiçbir şey umurlarında değildi. Elleri yüzleri şişmiş, kararmış ve dudakları susuzluktan çatlamıştı. Bitler saat başı artıyordu. Üzerindeki yün üniforma ceketini çıkardı ve siperdeki bir taşın üzerine yaydı Abdullah. Akşama kadar taşın üstündeydi ceket. Karıncalar bitleri temizledi. Gece olunca titreme nöbetine yakalanan Anzak askerin üzerine kendi ceketini giydirdi Abdullah.
Siperde bulundukları üçüncü günün sabahında içecekleri tükenmiş, damla suları kalmamıştı. Kafasını siperden kaldırıp geniş araziye baktı. Yerde yüzlerce parçalanmış ceset vardı. Dikiş attığı yaralı ayağını sürüyerek, vurulmuş, yerde yatan Anzak askerlerinden birinin yanına gitti. Ceset diğerleri gibi parçalanmamıştı ve sırt çantası, matarası sapasağlam duruyordu. Çocukça sevindi. Onun matarasını, sırt çantasını alıp, kendilerine siper ettikleri çukura geri döndü. Siperin dibine oturup biraz soluklandı. Anzak askerin sırt çantasını açıp, içini karıştırdı. İçinde "Comed bell" kutularından, Oxo et suyu özünden, sarma tütünden, cigara kağıtlarından, Topler çikolata paketlerinden bol miktarda vardı. Çantanın içinde bir kalem ve boş mektup kâğıtlarını gördü Abdullah. Mecalsiz haldeki Anzak askerine çikolatalardan birini yedirmeye çalıştı. Karınları doyunca eline kalemi alıp karısına mektup yazmaya başladı Abdullah:
"07 Ağustos 1915, bugün hayatımın bir dönüm noktası. Sevgili eşim Neriman, bugün hayatımın ikinci dönemi de diyebilirim. Bugünden sonra hayatımı belki ölü bir asker olarak devam ettireceğim. Vatanım ve milletim için çalışmanın mutluluğu içindeyim, icabında hayatımı seve seve verebilirim. Kutsal şeyler için, ailem ve milletim için okudum. Milletime faydasız ve hatta zararlı olursam, bütün emekleriniz bana haram olsun.
Gözlerimdeki yıldızlarım kadar parlak bir gelecek sağlayan, bugünlere gelene kadar, hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan, canım anacığımın ne kadar eline öpsem, onun hakkını ödeyemem. Çabalarına layık olabilmek için var gücümle çalışacağımdan şüphesi olmasın.
Cepheye geldiğim gece, ilk nöbetimi tuttum. Sanki bu nöbet, vatanın tüm sınırları içerisinde tutulan bir nöbetti. Vatanın bütün yükünü o gece omuzlarımda taşıyordum. Karadan ve denizden düşmanın top atışları, ortalık velvele içindeydi. Mustafa Kemal Paşa uykusuz gözlerle sabaha kadar yanımızdan ayrılmadı. Hilal-i Ahmer Çadırında geçmiş günleri, çektiğimiz sıkıntıları ve ailemi tek tek düşündüm. Doğacak çocuğumu düşündüm. Bunların hepsi artık geride kalmış, komutanlarım, annem ve babam olmuştu. Vatanın kurtuluşu, ailemin kurtuluşu demekti. Vatanıma layık bir subay olarak yaralı askerler için çalışacaktım. Bunların verdiği mutlulukla ertesi gece rahat bir şekilde uyudum.
İnşaAllah sizlerin dualarıyla ömrüm uzun olur. Eğer sen veya ben önce gidersek, önce giden kucağını açıp ahrette beklesin. Elbette kavuşacağız. Saçından bende bir tutam var, onu yanımda taşıyorum. Ölürsem, Allah’ın izniyle bu kahramanca olacaktır. Saçının telleri yanımda kalsın. Sakın ağlama!.. Bil ki, göğsümde Kur’ân, dilimde duan var... Gönlün müsterih olsun. İbadetlerimi, zikirlerimi hep bağışladım, elimde bir şey kalmadı. Ölürsem Rabbim’in huzuruna bomboş gidiyorum, onun gufranının kuşatacağını umuyorum. Sana başka ne yazayım.
Gökten ateşin, yerden ölümün yağdığı sırtlara geldim. Ne el sallamaya fırsatım oldu sana ne de selam söylemek için vakit bulabildim anama. Düşmanlarımız dört koldan saldırıya geçti, dost bildiklerimizin bizi içimizden vurduğu bu zor günlerde, vatan için, namus için, Allah için ölmeyi, bir siperden diğerine sürünerek cennete gitmeyi planlıyorum. Açlıktan bedenlerimiz zayıf olsa da bizim ruhumuz, imanımız ve yüreğimiz güçlü. Bu nedenle Türk’ün önünde kimse duramaz; bu ruh ayağa kalktığı zaman elimizden kimse kurtulamaz. Önce silahların soğukluğuna alıştı ellerimiz, sonra imansız mevzilerin üzerimize kustuğu cehennem sıcağına.
Daha önce ürperirdim, ölümü hatırladığımda. Artık beni gören düşmanlar ve hatta ölüm bile ürperiyor şimdi karşımda. Bu sabah yaralı bacağımla tek başıma kıldım sabah namazımı. On binler saf tuttu arkamda; yüz binlerce melekle… Vatanı düşmana çiğnetmemek için edildi yeminler. Ben de katıldım namaza, yüreğim iştirak etti o kutlu ‘ant’a. Aslında kendi cenaze namazımı kılıyordum; bunun farkındaydım. Koydum başımı secdeye son defa. Ak alnımı öptü meleklerden önce, kara topraklar; hazırlandı süngüler, yürekler ve sancaklar. Bize ölmek emredildi; şahadete ulaşmak. Hiçbir yürek ihanet etmemişti vatana. Tam tekmil bütün yiğitler katılmıştı savaşa. Korkuyu unuttum; geride bıraktıklarımı da. Karşımdaki düşmandan ve yanımdaki meleklerden başka, artık, bir şey görünmüyordu bana.
Dilimde dualar vardı, elimde süngü. Yürüdüm düşmanın üstüne; ezdim düşmanın bütün umutlarını, bağrında söndürdüm aldığım yaraların acılarını. Düştüm kızıla boyanmış kara toprak üstüne, sonbaharda toprağa düşen yapraklar gibi. Bedenimi bırakıp toprak üstünde, ruhumu sürdüm düşman üstüne. Bedenimin ağırlığından kurtulmak o kadar hoşuna gitmişti ki bir kez bir kez daha ölmek istedim; şahadet şerbetini defalarca götürmek istedim dudaklarıma. Son nefesimi vermedim daha; anamın ve senin yüzün geldi aklıma. Kapattım gözlerimi gülümseyerek bütün dünyaya; ördüm hiçbir düşmanın geçemeyeceği bir kaleyi ruhumla. Evvel gidene selam olsun...”
Beşinci günün sabahıydı. Birden sipere doğru koşan bir İngiliz askerin sesi duyuldu:
“Koşun burada yaralılar var!..” diye bağırdı. Onun sesini duyarak Sipere doğru koşarak gelen İngiliz askerlerden biri üzerinde Türk üniforması bulunan Andrews’e doğru nişan aldı:
“Kımıldama asker!..” diye bağırdı. Çaresiz ve bitkin haldeydi Andrews, ne söyleyeceğini bilemedi. Konuşmaya mecali dahi kalmamıştı, elini havaya kaldırıp:
“Durun!..” diye mırıldandı. İngiliz asker onun bu yaralı haline acımadan tetiğe bastı. O an orada can verdi Andrews. Siperden sağ kurtulan Abdullah bir sedyeye yatırılıp düşman ordusunun birliğine teslim edildi. İngiliz Komutan ona bakıp:
“Adın ne?” diye sordu:
“Benim adım Hüzün…” dedi ve sustu Abdullah. Onun bir Anzak askeri olduğunu sanan İngiliz Komutan daha fazla soru sormadı.
Mondros Antlaşması imzalandığında İngiliz Hekim subayı kıyafetleri ile İngiltere’den İstanbul’a geldi Abdullah. Bir yolunu bulup İstanbul’da Balat’da oturan ailesi ile görüştü. Başından geçen olayları ailesine anlattı Abdullah. Öldü sandıkları evlatlarını karşılarında sapasağlam gören aile çok mutlu oldu. Abdullah’ın bir oğlu olmuştu ve oğluna kendi ismini koymuşlardı.
Savaş henüz bitmemişti asıl Türk’ün Kurtuluş Savaşı yeni başlıyordu. Mustafa Kemal Paşa’yı Ankara’da karşılamak üzere savaşa katılmak üzere İstanbul’dan ayrıldı Abdullah...
“18 Mart 1915 – 9 Ocak 1916 tarihleri arasında yapılan Çanakkale Muharebeleri, Türk askerlerinin yazdığı bir kahramanlık destanıdır. Türk askeri, denizde ve karada, kendinden kat kat üstün kuvvetlerle savaşmış ve vatan toprağını büyük bir fedakarlıkla savunmuştur.
En son teknolojiyle donatılmış olan Birleşik Filo, 18 Mart 1915 günü, Türk denizcileri ve topçuları tarafından Çanakkale Boğazı’nın sularına gömülmüş, karadan geçmeye teşebbüs eden İtilâf kuvvetlen, Türk süngüsüyle durdurulmuş ve Gelibolu Yarımadası’ndan çekilmek zorunda bırakılmıştır.
Kahraman Mehmetçiğin, gözünü kırpmadan ölüme atılarak kazandığı Çanakkale Zaferi’nin Türk ulusuna en büyük armağanı, Mustafa Kemal Paşa olmuştur. Mustafa Kemal ATATÜRK Çanakkale muharebelerinde askerî dehasını ve liderlik özelliklerini gösterme fırsatı bulmuş ve muharebeler sonunda Türk milleti nezdinde tanınmış bir komutan olarak ortaya çıkmıştır...”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.