KIŞ IŞIĞI (MUSA)
(Roman 2008 son çeyreğinde yazılmıştır; bu hikâyenin daha sonraki tarihlerde ortaya çıkan Gezi Parkı eylemleri ile alakası yoktur.)
İsa takvimine göre 2009 yılının Aralık ayıydı; günlerden cumartesiydi. Saat ikiye on vardı. Ayın hangi günü olduğunu bilmiyordum veya unutmuştum. Yoğun, alaylı, şaşkın bakışlar altında Taksim Meydanı’nda otobüsten indim. Tam dediğim gibi giyinmiştim. Heyecanlı değildim. Sadece biraz tedirgindim. Yürümeye başladığımda, ceplerimdeki bozuk paraların ağırlığından yürümekte zorluk çektiğimi fark ettim. Taksim Anıtı’nın önüne geldiğimde kötü oldum. Kan başıma sıçramış, kalbim delice atmaya başlamıştı. "Ben burada ne arıyorum? Parayı dağıtmaya başladığımda bir grup insan beni linç edebilir! Değil polis, Cumhurbaşkanı bile beni öfkeli kalabalığın elinden kurtaramaz. Galiba boku bokuna diğer tarafa gideceğim! Bir tane vatan haini öldürdük diye sevinç çığlıkları atacaklar." Ne düşüneceğimi ne yapacağımı şaşırmış olarak orada dikiliyordum. Az ileride bekleyen polis, beni alaylı bir yüz ifadesiyle süzerek yanıma geldi. Kıçındaki copu düzeltti ve ağzını tuhaf bir biçimde şapırdattı. Sanırım eylem yapacağımı çözmüştü.
"Bi numara çeviriyorsun, ama ne? Niçin böyle giyindin? Ceplerinde ne var?" diye sordu merakla. Biraz tedirgindi.
"Sizi ilgilendirmez. Niçin böyle giyindiğimi ne yapacaksınız? Belki ben, yetenekli bir tiyatro oyuncusuyum. Belki de üstümdekiler kostüm filandır. Olamaz mı yani? Ceplerimde para, bozuk para var," diye çıkıştım.
Tekrar copunu düzeltti. Bu adamın copu sallanıp duruyordu. Ne adamdı be! Bu coplar polislere epey rahatsızlık veriyor olmalıydı. Çaktırmadan silahına baktım. Değerli bir hazine gibi yerinde duruyordu. Bu lânet silahı üstünde taşıdığı için mutlu muydu? Ya çapraz tuttuğu gıcır tüfeği? Tüfeğin ismini ve modelini hatırlamak için kafa yordum ama bir sonuca ulaşamadım.
Bu sırada polis, "Kimliğini alayım," dedi sertçe. Sert olmak bir marifetmiş gibi davranıyordu uyuz herif.
"Kimlik mi? Hemen veriyorum," dedim umursamaz bir tavırla. Rahat takılmak için elimden geleni yapıyordum. Kendimi daha fazla rahat hissedebilmek için bir sigara yaktım. Dumanını polisin yüzüne üfledim. Sinir bozucu yaratıklar! Hiç kimse benimle uğraşmaya cesaret edemezdi. Yoluna gitmesini bekledim sabırla.
Uzattığım kimliği inceledi ve tekrar bana uzattı. "Burada dikilmeyin. Nereye gidecekseniz gidin." Arkasını dönüp gitti. Giden oydu, ben hiçbir yere gitmeyecektim.
Polisin arkasından, "Merak etmeyin birazdan gideceğim. Sorun yok. Kendinize iyi bakın," dedim. Polis tek laf etmeden bana baktı ve tekrar yoluna devam etti. Kendi kendime, "Çorba parası toplamak için plan yapıyor. Seni gidi namussuz herif!.. İsteseydim on sefer polis olurdum. Hökömet beş milyon yeni polis alacak!.. Ben koyun değilim; çobanım… Birazdan dağıtacağım parayı kapmak için can atacaksın, ama polis olduğun için bunu yapamayacaksın," diye söylendim. Son kez etrafımı kolaçan ederek hazırlıklarımı tamamladım. Beş on kişi çevremde toplamıştı bile. Kendimi güçsüz ve zavallı hissettim aniden.
Bu acizlik psikolojisinden kurtulmak için yüksek sesle, "Para istemez misiniz beyefendiler, hanımefendiler? Size biraz bozuk para vereyim. Lütfen bana kızmayın; ağalara kızın! Alın, çekinmeyin," dedim. Sırayla bana yaklaşan köylü kılıklı adamlara bozuk paraları dağıtmaya başladım. "Alın, siz de alın! Verdiğim parayla Bodrum’da kendinize bir villa satın alın! Siz de alın. Akşam, eve iki kilo patates veya LCD ekran bir televizyon alın! Bayan siz de alın lütfen…Düdüklü bir tencere alın evinize; arta kalan parayla tatile gidin Paris’e!.. Hey ufaklık sen de al şu bozukluğu; bu parayla ancak çikolata alırsın. Hey tatlı kız, sen de al! "
Genç kız hayretle durakladı yanımdan koşarcasına giderken, "Bana para mı vereceksiniz? Ooo! Çok ironik buldum eyleminizi," dedi.
Komik tavırlarla, "Bu parayı çok dikkatli harca! Büyük Patronların sadakasıdır! Erkek arkadaşına rengârenk bir boxer al; geriye kalanıyla kendine özel, çok özel hediyeler satın alırsın!" dedim. Genç kız uzattığım bir lirayı gülümseyerek aldı ve uzaklaştı.
Yaşlı bir adam yanımda durakladı.
"Amca siz de alın lütfen. Hacca gidersiniz!"
Yaşlı adam uzattığım bir lirayı almadan söylene söylene çekip gitti. Kimi yanıma yaklaşıp sorular soruyor, uzattığım parayı almadan çekip gidiyordu. Kimisi ise tek kelime etmeden gülümseyerek uzattığım bozuklukları alıp gidiyordu. İyi iş çıkarıyordum.
Dilencinin biri yaklaştı: "Bana da para ver!"
Dişlerimi gıcırdatırken,"Sana para yok! İsa’nın sana fazladan bir liramın olmadığını söylemiş olması gerekiyordu," dedim.
"Ne İsa ne de başka biri, bu konuda bana bir şey söylemedi!"
"O halde İsa’nın sana dilenmenin günah olduğunu söylemiş olması gerekiyordu. Sana iyi günler, bol kazançlar, benden bir kuruş dahi koparamazsın bedavacı adam."
Başkalarıyla ilgilenmeye başladım. İçime giren anlatılması güç şeyler bana değişik esinler, trajikomik düşünler sunuyordu. Serap’ın şu an beni kuytu bir köşede sırıtarak izlediğini sandım bir an. Şimdi olmasa bile akşam haber bültenlerine bakarken, kahkaha ile izleyeceği kesindi. O karaktersiz kız elbette gülecekti; kıkırdarken taze memeleri hoplayıp duracaktı hafiften. Gerzekler için dünya geniş bir otlak alandı. Ve Serap otçul bir beyinsizdi. Otçulları sağacak, emecek birileri her zaman vardı. O kadar kalabalığın içinde parmağımı şaklattım. Sadece basit bir hareket; parmak şaklatmak. Bir buluş, ölümsüz bir eser ortaya çıkarmıştım sanki. Sanal bir dünyanın ortasında parlıyordu beynim. Artık kendimi Serap’tan daha zeki, akıllı, insani, idealist görüyordum. Ve ben zavallı falan değildim…
Yanımda dikilen orta yaşlı, saçları boyalı bir kadın samimi bir sesle, "Çabuk paraları dağıtın, birazdan polisler gelir. Aman Tanrım basın geliyor! Kaçın, kaçın! Rezil oldunuz tüm Türkiye’ye!" dedi.
"Ne rezil olması! Rezil oluyormuşum! Kim beni biliyor ki?" diye bağırdım. Yavaş çalıştığımı düşünüyor olmalıydı. "Ne yapmamı bekliyorsunuz? Dağıtıyorum işte bozuklukları! Polis gelirse beni koruyun coplardan ey halkım." Bastonumu toplanan kalabalığa doğru savurdum; gerçekten de televizyoncular geliyordu. Muhabirler pürtelâş bana doğru koşuyor, kameramanlar düşe kalka kalabalığı yarmaya çalışıyordu. Mahşer gününü andıran bir kargaşa vardı. Trafik çoktan tıkanmıştı, kornalar bağırıyordu insanın kulaklarını tırmalayarak.
"Dünyanın tüm kötü güçlerine lânet olsun; yaşasın özgürlük; yaşasın kardeşlik! Bir gün gelecek taban ayaklanıp sistemi yerle bir edecek!" diye bağırdım. Gazetecilerin hemen dibime kadar geldiğini görünce iyice coştum. "Kahrolsun emperyalist ABD, kahrolsun İngiltere! Kahrolsun Siyonist İsrail Yönetimi! Musa Peygamber, asasını bir gün emperyalistlerin üzerine fırlatacak! Mesih bizim tarafta olacak, Musa’nın asasını elinde taşıyacak; bu işe Siyonist Yahudi takımı çok şaşıracak!" Aklıma ne geldiyse bağırdım. Topluluğu yarıp ileriye doğru koştum. Bu sırada dikkatimi on beş yirmi kişilik maskeli bir grup çekti. Benimle birlikte anarşist bir grup toplanmıştı meydana demek ki. Sevinçle bağırdım nefesimin izin verdiği kadar. Ağzımdan çıkan kelimeleri sanki birisi bana söyletiyordu.
"Arkadaşlar! Arkadaşlar! Bankamatikleri, bankaları, büyük patronların iş yerlerini dağıtın! Küçük esnafın dükkânlarına karışmayın! Birazdan polis gelir, çabuk olun! Bu adamların her şeyini yerle bir edin! Aristokratları, hırsızları bitireceğiz! Slogan atmayı bırakın!" dedim ve kurşun hızıyla koştum. Bu sırada kasketim kafamdan uçtu. Ey Allah’ım bu kasket başıma belâydı! Siyah, sekiz köşeli kasketimi yerden alıp kafama tekrar geçirdim.
Yüzlerindeki siyah maskeleri biraz aşağıya indirip gülümsediler. Bu gülümseyişler güzel şeylerin işaretiydi. Sonra etrafa dağılmaya başladılar öfkeyle. Başımı kaldırıp gökyüzünü saran bulutlara baktım. Daha zamanımız vardı. Arkamdan, beni kovalayan televizyonculara yakalanmak üzereydim.
Ortalık birbirine katmak amacıyla, bir avuç para havaya doğru fırlattım. Lânet olsun peşimi bırakmıyorlardı! Sonunda beni yakaladılar anıtın az ilerisinde. Tökezleyerek yerlere yuvarlandım. Sanırım polisler hemen dibime kadar gelmişti. Öfkeli memurların seslerini ve telsizlerin cızırtılarını duyabiliyordum.
Muhabirin biri, "Efendim neden böyle bir eylem yapma gereği duydunuz?" diye sordu.
Başka biri, "Efendim bu fikir sizin başınızın altında mı çıktı? Bize bir açıklama yapmayacak mısınız?" diye sordu.
Bayan muhabir, "Neden albay rütbesi taktınız? Kara lastiği niçin giydiğinizi anlamak zor? Lütfen kaçmayın efendim," diyerek benden cevap bekledi sabırla. "Ahmet canlı yayına bağlandık mı? Tamam, tamam! Evet sayın seyirciler bir kez daha sizinleyiz!.. Hey sen beni itmesene! Bugün alışık olmadığımız bir durumla karşı karşıyız!"
Sakin bir sesle, "Açıklamaya yapmayacağım çünkü her şey ortada. Lütfen açılın polis beni yakalayacak ya!" dedim. Kameralar her protesto eyleminde olduğu gibi sarsılan görüntüler kaydediyordu. Televizyonculardan ve polislerden kaçmak için çaba harcarken, kıçıma bir cop indi. Acıyla bağırdım ve kendimi toparlayıp tekrar kaçmaya başladım. Polislere doğru bozuk paralar fırlattım. Bu sırada halk yerlere saçılan paraları toplamakla meşguldü. Curcuna sürüp gidiyor, ortalıktan dumanlar yükseliyor, halk kaçıyordu her yana.
Nasıl oldu bilmiyorum ama sonunda Taksim Anıtı’nın üstüne çıkmayı başardım. Elimdeki bastonu havaya kaldırıp, "Yaşasın kötülük; yaşasın iyi insanların kötülük hareketi! İlk hedefiniz Ankara olsun! İlk hedefiniz kötü güçler olsun! Kahrolsun ikiyüzlü dünya! Küreselleşen dünyaya savaş açın ey halkım!" diye bir nutuk attım. "Yıldız Savaşçıları bize destek verecek endişelenmeyin! Yıldızlar bizi koruyacak!.. Dünyanın kötülüklerinden korkan kendini tımarhanelere kilitlesin!" İçim epey ferahlamıştı. Amacıma fazlasıyla ulaşmıştım. Bu saatten sonra beni tımarhaneye atsalar bile umursamazdım. Zaten tımarhanelik değil miydim ki? Anarşist grup çevreyi yakıp yıkmaya devam ediyordu. Sürekli takviye polis ekipleri geliyordu.
Bir polis, "Bu kadar soytarılık yeter, lütfen aşağıya inin!" diye bağırdı.
Komiser olduğu anlaşılan iri yarı bir memur eliyle beni işaret etti. "Şu adamı indirin oradan! Hemen içeri tıkın! Hayır, hayır tımarhaneye gönderin!"
Aynı anda kafama kocaman bir kuru soğan yedim. Gelenekçi bir vatandaş kafama kuru soğan atmıştı. Acayip derecede sinirlenmiştim. Öfkeyle elimi cebime daldırdım. Bir avuç bozuk parayı kalabalığın üstüne fırlattım. Canlı ve cansız varlıkların gözleri üzerimden bir an ayrılmıyordu. Homurdanarak, "Bu âlemi içine sıçayım, hiç kimse beni anlayamayacak mı? Lânet bir silahı beynime dayayıp hayatıma son vermek isterdim ama bunu yapamam. Gülün, gülün! Bir gün ben de güleceğim!.." diye bağırdım. Parayı seven bazı vatandaşlar, yerlere saçılan bozuklukları topluyordu. Kinle aşağıya zıpladım. Aklımı kaybetmiştim herhalde kafama inen soğanla beraber. Başka biri bana kocaman bir patates fırlattı ama kafamı sıyırıp geçti. Zaten kafamın veya kıçımın tam ortasına yeseydim bile hiçbir şey hissetmezdim herhalde. Galiba gelenekçi kesim beni linç edecekti. Yerlere uzanmış, kafama gelen tekmeleri unutmaya, hissetmemeye çalışıyordum. İyi ama polis nereye kaybolmuştu? Beni kim kurtaracaktı bu öfkeli kalabalığın elinden? Sesler, küfürlü laflar duydum:
"Kafasına, kafasına vur!"
"Bunların hepsi vatan haini! Köklerini kurutmak lazım!"
"Midesine vur abi! Albay rütbesi de takmış şerefsiz! Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmamıza engel bu beyinsizler takımı! Sürekli, bize para dağıtan bankaları taşlıyorlar."
"Hey arkadaşlar ne yapıyorsunuz? Adamı öldüreceksiniz!.."
"Boş versene geberip gitsin! Bunlardan kimseye hayır gelmez. Polisler, dövmemize göz yumuyorlar görmüyor musun? Çok zengin biri olmalı! Sol ayağındaki ayakkabıyı görüyor musun Cem?"
" Kesinlikle çok zengin, zengin olmasaydı para dağıtır mıydı millete?"
" Kimin parasını kime dağıtıyorsun ahmak adam! Bunların hepsi komünist lan! Dinsizler, imansızlar, mal düşmanları!"
…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.