- 645 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Martı Çığlıkları Uzaklaşırken
Bu ılıklıktı tam da aradığı işte! Otobüsün bu sıcacık kozasında kıvrılıp kaybolmak, yüzüne önceden olmayan ifadeleri giydirip giydirip çıkarmak özgürce, hiç’leşmek...
Yanındaki orta yaşın üzerindeki kadın uyuyakalmış, ona geri vermişti saniyelerini. Ne çok konuşmuştu! Sanki sesini duymak istemişti, kaybetmekten korkar gibi. Tanıdık tek insan olmayan bir yerde aşina bir yüz çizmek onunla, aynaya bakar gibi onda seyretmek kendini...
Bazıları ne kadar da tahammülsüz oluyorlardı kendilerinden ayrı kalmaya! Biraz değişik bir ortam, yabancı birkaç çehre yetip de artıyordu sıkı sıkı tutunmalarına onları kendileri yapan şeylere.
Mesela bu kadın saatlerce anlatıp durmuştu; komşuları ne anlayışsız insanlarmış, köpeğinin çıkardığı küçücük bir sesi nasıl facia haline getiriyorlarmış, kızı eşiyle hafta sonu nereye gitmiş, eşi nasıl biriymiş... Tanımadığı tek aile bireyi kalmayacaktı neredeyse eğer yorulup da uyuyakalmasaydı kadın... Rüya görüyordu galiba. Yüzünde bir şeyler yaşadığını gösteren tatlı bir gülümseme vardı.
Hiç değilse şimdi uyanıkken olduğu kadar yadırgamazdı yerini. Çünkü rüyalarda insanlar kendi evlerine dönderirlerdi her yeri. Her nerede olurlarsa olsunlar kendilerine ait kılarlardı orayı, üzerine üfledikleri sıcacık nefesleriyle. Bu kadın da şimdi rüyasında, durmadan konuşup sesiyle ısıtma gereği duymayacağı kadar tanıdık bir yerde dolanıyor olmalıydı.
Oysa bir bıraksaydı kendini bu otobüsün sıcacık kucağına, kendini bir parça unutsa, ellerine baksaydı, herhangi bir insanın elleriymiş gibi; iyice bir hissetse, bir parçası yapsaydı onları; belki de böylesine can hıraş çabalamazdı sözcükleriyle var etmek için kendini.
Çünkü o zaman anlardı anlatmaktan hiç usanmadığı o kadının, o ellerin gerçek sahibi olan kadının en büyük düşmanı olduğunu, ellerini çaldığını ondan; onu kendinin silik bir gölgesi olmaya mahkum ederek...
Kendisi de geçmişti aynı yollardan... Gölgesini kendiyle doldurmaya başlayalı çok da uzun zaman olmamıştı. Bu yolculuk da bu sürecin bir parçası değil miydi zaten?
Az ötedeki tabela "hoş geldin" diyen kocaman bir tebessüm gibiydi. Çünkü böyle tabelalar "az kaldı bundan sonra evin olacak yere" demek içindi. Son dakikalarına girmişti yolculuğunun. Toparlanmaya başlamalı, otobüsün sıcacık kozasından çıkmaya hazırlamalıydı kendini. Artık kendininkiyle yetinmesi gerekecekti; her ne kadar dışarıya karşı bu kadar kalın bir duvar olamasa da ona...
Az sonra otobüsten inmiş, yapayalnız duruyordu koca bir şehrin ortasında, elinde valizi. Koltuk arkadaşının elinden zar zor kurtarabilmişti kendini. İlle "bana geleceksin" diye tutturmuştu vedalaşırken. Telefonunu kaydetmiş, "adresi mesajla gönderirim" demişti. Bir de o enfes böreklerden vermişti iki parça. Yol boyu bol bol nasiplenmişti yol arkadaşının o börekleri yapan, hamarat ev kadını yanından. En sevdiği börek cinsiydi ikram ettiği. Patatesli, rulo olanlarından...
Şimdi yalnızdı işte! Dırdırcı o kadını bile aratan bir ıssızlıkta çeşit çeşit görünüm ve seslerle doldurmaya çalışıyordu boşluğu. Şehir yine aynı şehir de olsa zamanın dokunuşlarını hissettiren belirgin bir farklılığı da vardı bir yandan. Ama ruhunu kaybetmediğini gösteren çeşit çeşit ayrıntılarla "doğru yere geldin" demek ister gibiydi. Simitçiler yine dört bir yanda, martılarla bir arada bir resmin en belirgin figürü olarak dolanıp duruyorlar, "deniz az ötede" diyorlardı sanki seslenişleriyle...
Karnının gurultuları martılardan önce kendi midesini düşünmesi gerektiğini işaret etse de, o yakınlardaki simitçi çocuğa seslenirken, zihninde çoktan doyurmaya başlamıştı bile onları. İki simit almaya karar verdi bu yüzden. Birini bitirince açlığının seslerini bastırmış olacak, başka aç mideleri düşünmeye başlayabilecekti yine. Börekleri hatırlayınca simitleri onlara ayırmaya karar verdi.
Az sonra bir vapurun güvertesinde tam da hayalindeki gibi martılara simdinden parçalar gönderirken cüzdanında ne kadar para kaldığını düşünüyordu. Kaç tane daha simit alabilirdi kalan parayla? Kaç martı daha doyurabilir, aç bir midenin denizsizliğine kaç saat daha karşı durabilirdi?
Evden apar topar çıkarken annnesinin cüzdanından para almıştı biraz. Ancak birkaç gün yetecek bir miktar... Alır almaz geri koymak istemişti, ama şimdi hissettiği bu kaygı içinde debelenip dururken "iyi ki koymamışım" diyordu. Bu durum onu son derece huzursuz etse de başka seçeneği olmadığından vicdanen çok da rahatsız değildi. Sabahın köründe nefes almaktan korkarak bir gölge gibi koridorda süzülürken tek niyeti biri önüne durmadan bu evden çekip gitmekken; annesinden nasıl para isteyebilirdi ki?!
Günlerdir içi içini yemişti. Harçlığından ancak denkleştirebildiği parayla dün almıştı biletini. Pencere yanı bir yer bulabilmişti neyse ki. Yol arkadaşını tedirgin etme korkusuyla, bir günah işler gibi önünden geçtiği manzaralara kaçamak bakışlar atması gerekmeyeceği için içi bir parça da olsa rahatlamış olarak eve dönmüş, yüzünde ’gidiş’ini görmesinler diye odasına kapanmıştı hemen.
Karşı kıyıdaydı şimdi. Kuzenine gitmeye ne zaman karar vermişti, kendisi de bilmiyordu. Ama kendi adına harekete geçen o parçasına karşı derin bir minnet duyuyordu. Çünkü son yarım saattir içine çektiği havada önemli oranda bir artış vardı. Aldığı nefesler önceki gibi yarı yolda bir duvara toslamıyor, rahat bir şekilde girip çıkıyorlardı içine... Tüm bedeninde dolanıyor, ona şehrin kokusunu taşıyorlardı.
Kuzeniyle pek de anlaşamazdı aslında Şebnem. Aynı yaşlarda da olsalar tarzları farklıydı bir kere. Saatlerce kıpırdamadan oturabilmenin sırrına vakıflardan biri olarak çoğu gününü evde pineklemekle geçirir, kırk yılın başı dışarı çıktığında bir ay anlatacak şeyle donanmış olarak şen şakrak evine geri dönerdi. Anlatıp durduğu onca şeyle "Yeterince gördüm göreceğimi" diyordu sanki. "dışarıdan bihaber olduğum için suçlayamazsınız beni". Neyse ki okul vardı da, bu miskinlik denizinde iyice mayışıp kaybolmuyordu. Üniversite sondaydı. Bu sene mezun olursa eczacı olacaktı. Babası ona şimdiden bir yer bakmaya başlamıştı bile.
Paranın dert haline gelmediği bir yaşamı vardı yani kuzeninin. Kapıda elinde valizi onu gördüğünde ne düşünecekti kimbilir?.. Kendisinden hazzetmediğini bildiği birinin belirsiz bir süre kalmak üzere evine gelmesine muhtemelen hayret edecekti tabii. Ama iyi kızdı sonuçta Şeyma... Onun orada öyle duruşundaki, anlaşmazlıkları çok küçük bırakan o şeyi görürdü mutlaka. Ne olduğunu tam olarak anlayamasa da fısıldadığı şeyi, o yardım çağrısını duyar ve hiç vakit kaybetmez, içeri davet ederdi.
Ne garipti şimdi ayaklarının onu belki de en hoşlanmadığı akrabasının evine sürüklemesi... Bu şehirde birçok akrabası vardı oysa. Önceden geldiğinde ziyaret ettiği, birlikte vakit geçirmekten keyif aldığı insanlar... Ama şimdi öylesine bir çıkıp gelmeden öte bir durum varken ortada, şehir geçip gidilecek bir durak olmaktan çıkıp yaşanılacak bir yer olarak bambaşka bir anlama bürünmüş, artık başka başka taraflarıyla dokunurken ona... Artık içinde açlık ve sefaletin de olduğu bir şehre dönüşmüşken... Martı çığlıkları uzaklaşırken gitgide... Birden Şeyma’nın yüzü belirivermişti onca hengamenin orta yerinde.
Belki de bazı şeyleri daha belirgin olarak görebilmek için böyle bir kargaşaya ihtiyaç vardı, kimbilir?.. Her şey yolundaysa, martı çığlıklarını duyabileceğin kadar uzakta kalıyorsa sana hayatın acıtan yanları, özgürsen... Bazı yüzleri kaybedebiliyordun onca yüzün içinde. Ta ki özgürlüğünü tehdit eden bir şeyler ortaya çıkıp da seni kozandan çekip çıkarıncaya dek... Mesela gece kalacağın bir evin yoksa, ya da karnını doyurmana yetecek paran... Kozanın dışındaki sert rüzgârı hissedebiliyorsan... O zaman tanıdığın insanın espri anlayışının seninkiyle ne oranda örtüştüğü ya da eğlenmek için neler yaptığı çok da önemli olamıyordu o karnın tok sırtın pek zamanlarındaki kadar. Onun kalbindeki yerini belirleyen ölçütler baştan sona değişiyor, o kaybolmuşluktan seni çekip çıkaracak insanlar sıralamasındaki yeri oluyordu içlerinde en önemlisi. Eğer ilk sıradaysa ona yöneliveriyordu ayakların hemen... "İyi insandır..." diyordun o zaman, ayaklarının peşisıra sürüklenirken. "Kapıda bırakmaz beni."